17 Kasım 2009 Salı

Olmak

17 Kasım 2009 Salı
olmak
ya da olmuş gibi göstermek herşeyi
bir renkli gözlük camı gibi ince
siyahın en korkuncu kadar küstah
sanırım ayrılık kadar acıdır tekrar görüşmek
yeniden ayrılacağını bilerek
ancak sayılabilecek kadar çok zaman var
konuşacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar
güne düşmüş yarasalar gibi aptal
ve şaşkın bir halde bakışmak
olmasını istemek
keşke olsaydı demekten
başka çare kalmamış
Yaşar Kurt

16 Kasım 2009 Pazartesi

Otobüs

16 Kasım 2009 Pazartesi
11 yıldır otobüs muavinlerinin “geeel gelll İstanbul istanbuull” nidalarının uçuştuğu, insanlarının “İstanbul’a iniyorum” cümlesini rahatlıkla sarfettiği Büyükçekmece semtinde ikamet etmekteyim. Diyeceğim o ki, henüz arabası olmayan bir insan olarak herkesten fazla kullanıyorum toplu taşıma araçlarını.
Keyifli yanları da var tabiî ki bu ‘kısa’ yolculukların (Büyükçekmece-Yenibosna arası min.45dk :)). Güzel yol arkadaşlıkları olabiliyor bazen. Müzik, kitap… çok keyifli hale gelebiliyor.

Ama insanların bazı saygısız, çirkin halleri nefret ettiriyor insan ırkından.

Şunlar gibi mesela;

1.Sakız çiğnemek. Özellikle erkeksen. Ya da kadınsan da…
Bir insanın en yapmaması gereken şey. Cak cak cak cak… Kulak tırmalayıcı. Hele o dil dışarı çıkıyorsa, işte o görüntü kirliliği... Aman allahım bir de balon yapıp patlatıyorsa oof oofff diyorum… İnsanlarla bu konuda tartışmaktan sıkıldığımdan, yeni çözümüm otobüsten inip yeni otobüs beklemek.
2.Sarımsak, soğan, pastırma vb. yiyeceklerin kokularını salgılamak. Mide bulandırıcı.
3.Yüksek sesle müzik dinlemek. Gürültü kirliliği.
4.Yüksek sesle konuşmak. Senin dedikodularını dinlemek zorunda değilim be kardeşim anla şunu.
5.Çevredekilere garip, sinir bozucu bakışlar atmak. Ne bakıyorsun?? Neye bakıyorsun???
6.Bozuk para ya da birbirine sürttüğünde ses çıkaracak herhangi iki şeyden biteviye, periyodik sesler çıkarmak.
7.Uyumaya lafım yok. Ben de yapıyorum bazen :) Ama insanın kendinden geçip kafasını yanındakinin omzuna düşürmeye başlaması çirkin ve komik bir görüntü.
8.Ter kokusu. Detay vermeye gerek yok tabi.
9.Yüksek sesle çalan cep telefonu. Kıs şunun sesiniiiiiiiiiiiiiiii!!!
10.İnsanların otobüse konserve misali tıklım tıkış doluştuğu zamanlarda, pencere açılmasına karşı, anti-oksijen insan moduna bürünmek.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Djanan Turan-Sormasaydın Keşke

12 Ekim 2009 Pazartesi


Son günlerde en sık dinlediğim şarkı bu.
Klip de, şarkı da çok keyifli, çok doğal :) Dinledikçe dinlenesi...
Ben çok beğendim...

9 Ekim 2009 Cuma

Ben Bir Garip Keloğlanım :)

9 Ekim 2009 Cuma


İşte benim en zaplayamadığım Türk filmi karakteri. Keloğlan. :)
Herkesin vardır böyle filmleri çocukluğundan. Kimisi için Şaban filmleridir, kimi Şener Şen filmlerinden kopamaz, kimi genel Yeşilçam tutkunudur.
Ben de Rüştü Asyalı’nın Keloğlan serisine bayılıyorum :)
Keloğlan serisi beş ayrı filmden oluşmaktadır.
Keloğlan Aramızda 1971
Keloğlan 1971
Keloğlan'la Can Kız 1972
Keloğlan İz Peşinde 1975
Ben Bir Garip Keloğlanım 1976

Bu beş filmi de kaçar kez izledim bilmiyorum :)
Çok çok saf, ama iyi niyetli, temiz köy çocuğu Keloğlan’ın komik hikayelerini anlatır. Ve müthiş bir Türkçe kullanılır.
Geçen gün Keloğlan’ın Aykız’a söylediği bir türküyü buldum youtube’da.
Ne kadar içten, sıcak, güzel… Aram pek iyi değildir türkülerle ama bu ayrı… :)
Paylaşmak istedim :)

2 Ekim 2009 Cuma

Sağlık Olsun...

2 Ekim 2009 Cuma
Gel de sağlık olsun de şimdi…
E tabi sağlık da olsun da…
Yahu adam bilmem kaç yıldır çaba harcıyor, ailesine ve kendisine daha kalifiye bir hayat sunabilmek için.
Çalışıyor. En başlarda tek sermayesi dürüstlükken, bu sermaye ona para getirmeye başlıyor. Girişimcilik nedir öğreniyor, uyguluyor. Cömertlik, iyi niyet ve dürüstlük kelimelerini dolu dolu katıyor sermayesine. Doğru işleri, doğru insanlarla yapmaya çalışıyor. Sadece kendi emeğiyle açtığı dükkanında muhteşem işler başarıyor. Zamanla namı da, dükkanı da büyüyor. Daha değerli işler yapmaya başlıyor. Aldığı çeklerin hanelerine birkaç sıfır daha ekleniyor.
Ve sonra;
Her şey böyle yolunda giderken, kimin ne şekilde doğurdu bilinmez, adına “kriz” dedikleri lanet şey patlak veriyor. Sipariş iptalleri başlıyor. Çeklerdeki haneler azalıyor. Kimi çekler karşılıksız çıkıyor, kimilerinin keşidecileri yer yarılmış içine girmiş. Kimi çekleri de tam tahsil edecek birini buldu diye sevinirken adam ceketini sıyırıp elini cebine atıyor, silahı gösterip kendince bir gözdağı veriyor, para olduğunda seni ararız deyip gönderiyorlar.
Ve bu iyi niyet timsali batık ve dürüst girişimcinin hakkında hapis kararı çıkıyor, sırf o on para etmez herifler yüzünden!!!
Gencecik, yaşından beklenmeyecek gözüpeklikteki bu insan başına gelenleri anlattığında, biraz olsun pansuman yapabilmek için "sağlık olsun" diyebilmek... Zor iş...

27 Eylül 2009 Pazar

Bunu Çok Sevdim

27 Eylül 2009 Pazar
Mülkiyet Üzerine

Mülkiyet:
Biliyorum ki ben,
Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler
dışında,
Hiçbir şeye sahip değilim.
Biliyorum ki ben,
Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım
anlar dışında,
Hiçbir şeye sahip değilim.

GOETHE

Senin ki Dert mi???


İnsanların şu aşırı subjektif hallerinden nefret ediyorum.
Herkes o kadar her şeyin ‘en’i ki… Ne anlamsız bir cümle oldu değil mi?
Ama öyle…
İnsanlar kendilerine nasıl bir aynada bakıyorlar... Çok garip…
Şöyle ki;
En amansız hastalığı olan kendisidir mesela, basit bir soğuk algınlığı olsa da o kadar hastadır ki ölecek neredeyse.
En çok o yorulmuştur bütün gün, en yoğun ta kendisidir.
En çok o haksızlığa uğramıştır, öyle bir haksızlıktır ki küser hayata.
Dünyanın en ağır yükünü o çekiyordur.
“Aaa senin ki de dert mi canım” cümleleri peşi sıra gelir, acınası bir bakış atılır hemen.
Her şeyin en “en”ini o yaşamıştır, yaşıyordur, yaşayacaktır hep.
Bense sadece susuyorum, dinliyorum, gülümseyip “hm hmmm doğru haklısın” deyip geçiyorum.
İnsanlar ne kadar meraklı dertlenmeye, kendisini acındırmaya. Anlamıyorum gerçekten.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Minicikim

26 Eylül 2009 Cumartesi


Nasıl da sıcaktı gagası… Canımın en içiydi benim. Nasıl özledim…
Küçücük Minik'im benim. 23 yıllık hayatımın 13 yıllık çocukluk arkadaşı, ilk tek hayvanım.
Evimi, oyuncaklarımı, yemeğimi, annemi, babamı, ablamı paylaştığım, dilimden beslediğim, konuşmayı öğrettiğim, avuçlarımda büyüttüğüm kuşumu çok özledim ben.
O minicik hayvan, benim beynime bir yerlerde bir düğme bıraktı sanki giderken. Biri ondan bahsettiği an gözlerimden yaşlar akıyor, durdurulamaz halde. Hatta aklımın ucuna gelmesi yeter boğazıma hıçkırık düğümlenmesi için. Bir de düşünün odamda, eski bir kitabımın arasında, herhangi bir yerde sakladığım bir tüyünü bulduğumu. Kafes kafes gözyaşı akıtıyorum işte durup dururken.
Bugün en son lise yıllarımda elime aldığım kitabımı kurcalamak istedim. Arasında ayraç niyetiyle kullanmışım, o mavi tüy sanki dalga geçti benimle. Nasıl beni benden etti, nasıl acıttı canımın içini.
Ölmeden 3 gün önce hastalıktan kıvrandığı günlerde yazdığım bir yazıyı okudum sonra.

Meraba,
Benim adım MİNİK. 13 yıl önce evin küçük kızına doğum günü hediyesi olarak bu eve getirildim. Henüz 1 aylık bile değildim.
İlk başlarda beni hep ellerinde tutmaya çalıştılar, avuçlarına konmamı istediler, çok kızdım. Onlar uğraştıkça ben ellerini ısırdım . Öpmeye çalıştılar, dudaklarını kanattım. Küçük kız hala taşır dudağında gaga izimi... Biraz asilik yaptım galiba. Ama zamanla alıştım, üstelik onlar da bana alıştılar.

Bu arada bana konuşmayı öğrettiler, ilk öğrendiğim kelime kendi adım oldu. "Yakışıklım", "aşkım", "canım", "bitanem", "fıstık", "öpücük", "p.şt" en çok sevdiğim kelimeler oldu. Sonra jest olsun diye evin kızlarının adlarını da söylemeye başladım. Çok işime yaradı :) Ve sonra cümle kurmaya bile başladım galiba. "Seni çok çok çok seviyorum", "yok canııımmm", “şşştt baksana” gibi cümleleri yerli yerinde kullanabiliyorum... Evin annesi dua edince "Amin" diyorum mesela çok hoşlarına gidiyor.

Hiç kız arkadaşım olmadı, bir iki tane getirdiler yanıma sevmedim hiç. İlgilenmedim de... Evimde tek kuş olarak mutluyum ben.

Evin her yerine hakimimdir. Mutfakta ne pişse haberim olur. Eve kim girdi, kim çıktı hiç kaçırmam. Misafirleri de tanırım zaten.
Yeni bir şey alınsa ilk ben görürüm. Ailedeki mevzulardan hemen haberim olur.
Telefon çalsa kimse duymaz, herkese ben haber veririm. Ben bağırmazsam telefona bakmazlar bile. Sorumluluğum büyük anlayacağınız...

Pek havalıyımdır. Kafesime ekmek, meyve falan takarlar, en sevdiğim şeylerdir ama elleriyle tutmazlarsa hayatta yemem... Onlar tutacak ben öyle yiyeceğim.
Ağızlarında çiğnedikleri şeyleri yemeyi pek severim. Dudaklarından hazır çiğnenmiş oohh misss... Çekirdeğe, cipse, meyveye, sebzeye, patatese, soğana, mis kokulu yemeklere, kısacası ev halkının yediği her şeye bayılırım. En çok sevdiğim şey onlar yemek yerken sofrada dolaşmak, tabaklarından yemek yemektir. Pazar kahvaltıları muhteşemdir... Evin babası biraz kızar masaya pisliğimi bırakıyorum diye ama n’apıyım bu benim doğamda var... Hem o da kıyamaz bana...



Tırnaklara gagamı dayayıp konuşmayı, lavabolarda duş almayı, avizelere tünemeyi, klavyede dolaşmayı pek severim...

Öyle böyle 13 yılım geçti bu evde. Onlarla tatile gittim, onlarla duşa tuvalete girdim, onlarla gezdim, onlarla uyudum uyandım, onlarla taşındım evimden, onları hep çok sevdim.
Ama şimdi çok yaşlıyım. Ayaklarımda anlamadığım bir ağrı, acı var. Çok ızdırabım var. Görseniz parmaklarım öyle şişti ki... Sanki içinde ateş topları var acıyor, basamıyorum, uçmaya halim yok. Asla ele avuca konmayan ben, parmaklarının altından ayrılmıyorum. Sürekli okşasınlar hiç uçurmasınlar istiyorum. Gözlerimi açık tutmaya takatim yok.

Doktora götürdü anneyle baba beni. Acı bir toz verdiler babam onu suyuma katıyor, çok acı oluyor içemiyorum. Bana su versinler diye gözlerinin içine bakıyorum hepsinin. Tuz, peynir de yasak. Kolestrolüm çıkmış. Öyle dedi doktor.

Yaşlıyım biliyorum ama bu kadar da acı verici bir şey olmamalı yaşlılık. Doktorlar beni iyileştirecek biliyorum. Ama korkuyorum.
Evdekiler de çok üzülüyor benim için. Küçük kız bugün ağladı... Korkuttum biraz onu galiba. Ama n’apıyım onun arkasından gitmek istedim odasına, uçamadım dolaba çarptım düştüm. Çok üzüldü, çok ağladı. Ben onun çocukluk arkadaşıyım haklı tabi...

Tek isteğim iyileşmek... Biraz daha yaşayayım n’olur ki. Minicik kuşuyum ben bu evin. İlk, tek kuşuyum. Hepsinin arkadaşıyım, oğluyum...
Hadi hepiniz dua edin bana iyileşeyim. Hem ev halkı da dualarınızı bekliyor benim için.
Hadi siz dua edin ben “Amin” diyeyim…"


Ben bu yazıyı yazdıktan 3 gün sonra öldü kuşum. Dayanamadı 13 yıllık bünyesi ayaklarındaki o yaralara. Benim bitanecikim cennet kuşu oldu.
Özlemin her türünün tadı ayrı tabi. Ama en çok ölümün getirdiği özlem can acıtıyordur heralde. Kokusunu özledim, yok… Dokunmak istedim, fotoğraflar gagası kadar sıcak değil. Videosundaki ses de buğulu kalmış miniğimin.
Korktum sonra. Sadece bir kuş… Onun yokluğu bu kadar sarsabiliyorsa beni…
Anneme, babama, ablama, sevgilime, bütün insanlarıma daha mı fazla bağlanmalıyım? Yoksa yokluklarına şimdiden alıştırmalı mıyım kendimi? Bilemedim...

7 Eylül 2009 Pazartesi

Başladı Güneşli Yağmurlar

7 Eylül 2009 Pazartesi


Birbirine çok benzeyen ve muhteşem duygular hissettiren 2 ay’ım var benim.
Nisan’ım ve Eylül’üm. Biri pırıl pırıl güneşe merhaba, diğeri de mis gibi yağmurlarıyla koskocaman bir hoşça kal gibi.
Ne yumuşacıktı bugün yağan yağmur... O toprak kokusu nasıl bir huzurdur Allah'ım... Baharı işte en çok bu yüzden seviyorum. En kasvetli anda bir anda huzur boşaltıyor gökyüzü. Varolan herşey temizleniyor. Muhteşem bir dinginlik sarıyor her yeri.
Ben yanlışlıkla kış çocuğu olmuşum zaten. Şubat’ın en karanlığında doğmuşum.
Ama Sezen Aksu’nun bu şarkısını dinledikçe, tekrar doğuyormuşum gibi. Rüzgarımla, yağmurumla, filizlenen anılarımla, baharın en güzel kokusunda…

6 Eylül 2009 Pazar

Deniyorum, Yanılıyorum, Öğreniyorum

6 Eylül 2009 Pazar

Bakınıyorum. Sayısız blog geziyorum son 2 gündür. Öğrenmeye çalışmak kadar güzel bir şey yok dünyada. Buna her saniye daha çok inanıyorum.
“Hımm bu şablon iyiymiş”, “süper bir videoymuş”, “aaa bunu buraya nasıl eklemiş, hemen öğrenmeliyim.”
Kendimi 2-3 yaşlarındaki çocuğun yeni oyuncağını keşfederkenki o kaşları havada, ağzı açık, gözleri başka bir şey görmez, kulakları dünyaya kapanmış halde buluyorum defalardır. Sevdim bu oyuncağı. Söylemek istediğim ne çok şey varmış fark ettim.
Paylaşmak istediğim ne yazılarım varmış meğer bilgisayarımda, en ücra köşelerine itmişim.
Biraz da dağınıkmışım onu fark ettim. Düzenlemenin muhteşem huzurunu yaşıyorum.
Arıyorum, buluyorum, inceliyorum, öğreniyorum. Deniyorum ilk önce “yahu neden olmadı” diye sinirlenirken, ikinci denemede kendimi alkışlıyorum.
Neler yapabileceğimi merak ediyorum.

4 Eylül 2009 Cuma

Başlarken

4 Eylül 2009 Cuma



Herşeyin ilki önemli tabi...
Son günlerde sık dinlediğim ve çok çok sevdiğim bir şarkıyı paylaşmak istedim ilk olarak. Sanırım bir çok hemcinsim gibi ben de kendimi buluyorum bu sözlerde.
Hadi bakalım, hevesim daim olsun diye dualardayım bu blog için :)
 
Toz Gibi © 2008. Design by Pocket